Yalıtım Dergisi 53. Sayı (Mart-Nisan 2005)

portre/röportaj 1920'li yıllarda bütün Türkiye'de olduğu gibi Konya'nın da ekonomik şartları çok kötüydü. Şimdilerde ise iyice tadı kaçtı; uzun zamandır Konya'ya gitmiyorum; kimliği kalmadı. Kentlerin hepsi birbirine benzer oldu. Antalya'daki bina İzmir'de de var, Isparta'da da var. Her şey anonim ve başkalarına benzer oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında okul, bakanlık ve kültür yapıları titizlik ve önemle ele alınıyor, şehrin duyarlı yerleri ve ülkenin önemli mimarları seçiliyordu. Bugün ise aynı özen ticari yapılara gösteriliyor. Prestijin ağırlığı eğitim ve insandan sermayeye kaydı. O zamanlar Konya, gökyüzü hariç her şeyin topraktan olması nedeniyle yeryüzüyle bütünleşen ve insanoğlunu anlatan bir şiirselliğe sahipti. Belki çocukluğumun bir parçası olması nedeniyle toprağı, duvarı ve kendine özgü bu heykelimsi çevreyi çok severim. Genç cumhuriyet birkaç özenli okulla temsil ediliyordu. İnanılmaz zor koşullar içinde mimariyle ilgilenilmesi cumhuriyetin ciddiyetinin göstergesiydi. Toplumdakaybolmak değil var olmakisterim İlk gençliğimde insanların gözüne bakamayacak kadar utangaçbm. Bunu yenmek için yıllarca uğraştım. Utanmayı unutmadığıma memnunum. Belki bu nedenle doğallığı yeğlerim, gösteriden kaçarım. Ama düşündüğümü söylemek cesaretini öğrendim. Bir toplumun başarısının, başarılı bireylerle gerçekleşeceğine inanıyorum. Bireysel bilincin yaygınlaşması çok önemli. Kalabalığa inanmıyorum; demokrasinin halkın ve vasatın diktası olduğunu düşünüyorum. Düşünmeyi bırakmak için üç kişi olmak belki yeterli. Kalabalıkta kaybolma kolaylığı, düşünce ve karar verme sorumluluğundan kurtulmak, bazı toplumlarda daha yaygın. Doğruyu yanlışı kalabalıklar seçiyor. Sanki, ne kadar kalabalıksan o kadar haklısın. Toplumda kaybolmak değil, var olmak isterim. Bir kulübün, derneğin, partinin ya da herhangi bir dayanışmanın içinde olmak istemiyorum. Ne Amerika'da ne de Avrupa'da hayal edilen demokrasi var. Demokrasi seçimden seçime hatırlanır. Orada herkes ancak bileğinin hakkını alır. Bana göre herkesin eşit olması adaletsizliktir. 11 yaşındayken kimin aklına geldiyse beni Galatasaray Lisesi'ne yablı verdiler. İlk yıllar kötü bir öğrenciydim; Konya'dan sonra İstanbul'a biraz zor uyum sağladım. Her yönüyle kendimi yabancı ve taşralı hissediyordum. Fransız hocalar şaşkınlığımızı affetmiyor, sıkıntılarımızı artırıyorlardı. Sekizinci sınıfta sağlık durumum biraz daha ağırlaştı. Romatizmam, bademciklerimde problemler vardı. Sağlığım ve derslerim bozuktu. Zaman zaman revire, hastaneye ya da eve bakıma gönderiliyordum. Orta sonda bu bir sene oldu. Ne bulursam okuduğum bu dönemde mimar olan amcamın mimarlık dergilerini de okumaya ve 15 yaşımda proje çizmeye başladım. Sekizinci sınıftan sonra derslerimi düzeltmeye başladım. Fakat bu iyileşme çok çalışmaya başladığımdan değil bilinçlenmemdendi. Resim yapardım, dergi çıkarırdık, dekor yapardık, edebiyatla meşgul olurdum. Edebiyat öğretmenimiz Nihat Sami Banarlı o zamanlar bütün liselerin edebiyat kitaplarını yazardı. Beni ve yazılarımı sever, yüreklendirirdi. Sadece Çetin Altan ve bana tam not verirdi. Atatürk'ün cenazesinin Ankara'ya götürülmesi törenine okulumuz da katılmıştı. Ortaokul birinci sınıftaydım. Güzel bir kortej ve bol gözyaşı vardı. Dolmabahçe Sarayı'ndan Ankara Etnografya Müzesi'ne kadar olan bütün töreni Atatürk'e ve devrimlere inanan, uluslararası üne sahip mimar Bruno Taut düzenlemişti. Altı ay sonra da kendisi ölürken Türkiye'de kalmayı seçmişti. Türkiye'de yaşadığı birkaç yıl içinde başta Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, birkaç çok güzel okul yapısı, hocalık emeği ve bir kitap bıraktı. Pier Loti ve Claud Farrer gibi beşinci sınıf masalcılara semt adı verilirken, Türklerin tekrar "Hayata dönüş devrimleri"ne inanan ve katılan bu sanatçı için hiç bir şey yapılmamış olması gerçekten çok üzücü ... Konya'da yaşıtlarım arasında uslu ve şehirli, Galatasaray Lisesi ve İtalya'da önce taşralı, Ankara'da ise hep biraz yabancı oldum ya da kendimi öyle hissettim. Sanatçı geçinenler ortam tarafından anlaşılmadıklarından şikayet eder ve mutsuz olurlar. Sanıyorum sanatçının en büyük sorunu kendine olan güvensizliği, yeteneğine olan kuşkularıdır. Sağlık sorunu, geçim sıkıntısı veya yalnızlık zor şeyler. Fakat sanatçıyı coşku ve düşleri mutlu yapar. Çevreye ve ortama aykırı olmam beni hiçbir zaman mutsuz etmedi. veni ortamlara duyduğum istek ve Avrupa'daki savaş sonrası ucuzlukbeni itaıya·ya itti... Onuncu sınıfta Coğrafya dersi hocamız ülkeleri dağıtarak, bu ülkeler hakkında araştırma yapmamızı söylemişti. Bana da Brezilya düşmüştü. Brezilya ile ilgili kitapları karıştırırken Le Corbusier, Oscar Niemayer ve Lucia Costa'nın özellikle Sao Paolo'daki birkaç yapısı başımı döndürmüştü. Türkiye'de tıp, mühendislik ve mimarlık eğitimi almak için olgunlukta iyi bir derece almak gerekiyordu. Ben de mimarlık eğitimini garantilemek için yurtdışına gitmeye karar verdim. Anneme ortaokuldan beri felsefeci olacağımı söylerdim. Annemin de yüreğine iner ve "Felsefeci olacak hiçbir işe yaramayacak" derdi. Mimar olmak istediğimi duyunca da "Eyvah, amcan gibi olacaksın, inşaatlarda işçileri mi kontrol edeceksin" diye eleştirmişti. Beyoğlu Lale Sineması'nın bir köşesine sıkışmış pek zavallı bir ofis olan Brezilya YALITIM• NiSAN 2005 5 1

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=